Ridley Scott'ın 1982 Başyapıtı Blade Runner'da, neonlarla kaplı distopik bir dünyaya taşınıyoruz. Bu dünyada, insanlık ile yapay zeka arasındaki çizgiler bulanıklaşıyor. Blade Runner, bilincin, kimliğin ve varoluşun temel kavramlarını sorguluyor. Filmin felsefi derinliği ve belirsiz anlatısı, yayımlanmasından on yıllar sonra bile sonsuz tartışma ve yorumlara yol açtı. Ancak Blade Runner'ın yapay zeka keşfi boşluktan çıkmadı. Film, sinema tarihinde dönüm noktası olarak duruyor, ancak zaten zengin bir yapay zeka tasvirleri geleneğine dayanıyor. Fritz Lang'ın Metropolis'i ve Stanley Kubrick'in 2001: Bir Uzay Macerası gibi filmler, insan kontrolünü tehdit eden tehditkar birer makine olarak makinelerin ikonik tasvirleriydi.
Ancak Blade Runner'ın yapay zeka konusuna yaklaşımı çok daha nüanslı. Filmin felsefi soruşturmasının kalbinde, bilincin ve replikantların - artırılmış fiziksel ve entelektüel yeteneklere sahip biyo-mühendislik varlıklarının - gerçekten insan sayılıp sayılamayacağı sorusu yatıyor. Filmin başkarakteri Rick Deckard, kaçan replikantları bulup emekli etmekle görevli bir Blade Runner olarak, eylemlerinin ahlaki yönlerini giderek sorgulamaya başlıyor. Deckard, replikant Rachel ile karşılaştığında, empati ve öz farkındalık düzeyi yüksek bir replikanttır.
Blade Runner'ın bu temayı keşfeden bir parçası, boşluklu Kamp testi olarak bilinen, replikantları tespit etmek için tasarlanmış bir psikolojik sorgulama yöntemidir. Testin anlatısal amacı, bilinci ve duyguları tanımlamanın karmaşıklıklarına dalmaktır. Boşluklu Kamp testi, temelde empati için bir testtir ve empati, başka bir varlıkla empati kurma bilincidir. Bu, gelişmiş bilişsel yeteneklere ihtiyaç duyan bir yetenektir. Bazı duygular, korku veya öfke gibi, bebeklikten itibaren bizde ortaya çıkar, diğerleri ise zaman ve özel koşullar gerektirir. Filmin sunduğu varsayımsal durumlar farklıdır ve hepsi de belirsizdir. İnsanlar oldukça garip ve karmaşık yaratıklardır ve yazısız karmaşıklıklarımızı anlamak bizi insan yapar. Sahne, testin öznel doğasını vurgular, bilinci ve duygusal tepkileri objektif olarak ölçmenin imkansızlığını vurgular. Rachel'ın Deckard'ın sorularına empati kurma yeteneği ve duygusal tepkileri, replikantların İnsanlığı eksik olduğu düşüncesini sorgular. Akademik çalışmalar da bu felsefi çıkmazı tartışmıştır. Ünlü eseri "Bilinçli Zihin: Temel Açıklamaları Arayışında", filozof David J. Chalmers, bilinci belirli türdeki işleme sistemlerinin ortaya çıkardığı bir özellik olarak görür. Bu alıntı, bilincin biyolojik karmaşıklığın sadece bir ürünü olmadığını, aksine belirli türdeki bilgi işleme sistemlerinin temel bir özelliği olduğunu ima eder. Benzer şekilde, "Nasıl Post İnsan Olduk: İnsan Koşullarına Eleştirel Bir Bakış" adlı kitabında, filozof Katherine Hailes, insanlar ve makineler arasındaki ayrımın giderek belirsizleştiğini öne sürerek, replikantların insan biyolojisinin sınırlarının ötesinde bir adım olduğunu söyler. Bu temanın doruk noktası, Blade Runner'ın final sahnesinde gelir. Ömrünün sonuna yaklaşan bir replikant olan Roy Batty, Deckard'ı çatı sahnesinde karşı karşıya getirir ve filmin felsefi temalarını özetleyen dokunaklı bir monolog yapar. Roy, bu sözlerle Deckard'a, teknik olarak bir insan olmasa da, herhangi bir insan gibi solacak anıları olduğunu gösterir. Roy için teknik olarak bir insan olmanın bir önemi yoktu, çünkü yaşamı boyunca insanların hissettiği ve yaşadığı tüm duyguları hissetti ve ifade etti. Hızla ilerleyen teknoloji çağında, Blade Runner'ın felsefi soruları yapay zeka geliştirdikçe giderek daha da önemli hale geliyor. Yapay zekanın insanlara çok benzeyen varlıklar yaratma etik sonuçlarıyla yüzleşmek zorundayız. Blade Runner'ın mirası, düşünmeye teşvik etme ve insaniyet hakkındaki önyargılı düşüncelerimizi sorgulama yeteneğiyle ilgilidir. Bizi insan olmanın ne demek olduğu hakkında düşünmeye davet eder ve gelecek teknolojisi hakkında kendi korkularımızla yüzleşmemizi sağlar.