Lohusalık bitti diyorlar... Bitmiş mi gerçekten? Eh, takvim öyle söylüyor. Ama vücut hâlâ “Ben daha yeni yeni kendime geliyorum” diyor. Hele ki sezaryen doğum yaptıysan, işin hem fiziksel hem de duygusal boyutu daha da zor oluyor. Arven doğduğunda sevinçten dolup taştım, ama uyumadım… Sonra bir daha uyumadım… En son kendime “bu şekilde insan yaşayabilir mi?” diye sordum.
İlk günler Arven sarılık olmasın diye saat başı kalkıp emzirmem gerekiyordu. Saat başı! Gece gündüz fark etmiyor. Zaman diye bir şey kalmıyor, o bebek uyumadıkça sen de uyuyamıyorsun. Bir yandan gözün saate bakıyor, bir yandan beynin kapanıyor. Bazen Arven’i emzirirken “bu bebek niye uyumuyor?” diye iç geçirdiğimi hatırlıyorum. Doğru düzgün düşünemiyordum bile… Ama tek bildiğim: “Arven sarılık olmasın.”
İşte tam da bu noktada annem devreye girdi. O canım annem… Her gece, her sabah, her “acaba doğru mu yapıyorum?” sorumda yanımdaydı. Kimi zaman sessizce yanımda oturdu, kimi zaman saçımı okşadı, kimi zaman “hadi biraz uyu” diyerek Arven’i kucağına aldı. Beni ben yapan, beni bugünlere taşıyan kadındı. Ve ben ilk kez, onun anneliğini tam anlamıyla gördüm, hissettim, anladım. Beni büyütürken neler yaşadığını kafamda canlandırmaya başladım. Bir mucize gibi hep oradaydı. Tüm nazımı, kararsızlığımı, uykusuzluğumu, iniş çıkışlarımı sırtladı.
Tabii Murat da vardı. Her boşlukta, her fırsatta destek oldu. Bazen sadece bir bardak su getirdi ama o su benim için bir vaha gibiydi. Çünkü bu dönemde eş desteği öyle kıymetli ki… Kendini aynaya bakıp “kim bu saçları dağılmış, gözaltları mor kadın?” diye sorgularken, yanında biri olmalı. “O kadın sensin ve ben seni bu halinle de çok seviyorum” diyen biri… Murat bunu güzel başardı, hakkını vermem gerek.
Şimdi... Arven’e alıştım. Onunla konuşuyorum, gülüyorum, dans bile ediyorum. Ama bir problemimiz var. Lohusalık bitti, annem gitmek üzere. Evine dönecekmiş. Ee, peki ben şimdi ne yapacağım?