Arven’in iki küçük dişi çıkıverdi… tabii aynı anda değil. İlki görünüp bizi şaşırttıktan yaklaşık bir hafta sonra diğeri de “ben de geldim” dedi. Ne ateş, ne ağlama, ne de uykusuzluk… Sanki minik dişlerini birer birer, sakin sakin tanıtmak istemiş gibiydi. Tek belirtisi vardı: Eli sürekli ağzındaydı. Ama öyle sadece eli değil… Eline geçen her şey! Oyuncak, kitap, benim parmağım, Murat’ın gözlüğü. Slogan gibi oldu evde: “Ona dokunursa, emin ol ağzında biter.”
Derken sıra geldi ek gıdaya. Anne sütü hâlâ birincil gıdamızdı ama "hadi bakalım tatlara geçiyoruz" dedik. Tabii bu işin bir kuralı varmış: 3 gün kuralı. Başladık havuçla. Buharda haşla, soğut, püre yap, şef gibi sun… Sonra ilk gün bir çay kaşığı. Ertesi gün bir tatlı kaşığı. Sonra bir çorba kaşığı derken… Bizim kız, “yok artık, bu ne!” bakışı atıp ağzını mühürledi. Beş gün boyunca bir çay kaşığını bile zor verdim. Havuç, kabak, patates… hepsiyle denedim. Ama yok. Ek gıda yolculuğumuz biraz sürünerek başladı diyebilirim. (Hâlâ da çok iştahlı sayılmaz, ama en azından şimdi biraz daha medeni koşullarda yemek yiyebiliyoruz.)
Her deneme sonrası ise aynı senaryo: Arven’in üstü başı sebze püresi, benim saçımda balkabağı izi, mama sandalyesi sanki soyut bir tablo... Neyse ki bu noktada bir kurtarıcı devreye giriyor: Murat. Her akşam Arven’i alıp birlikte küvete giriyorlar. Bu bir nevi baba-kız saati oldu. Arven suyu çok seviyor. Suyla oynarken hem gevşiyor hem eğleniyor hem de banyo işimizi keyifle hallediyoruz.
Su demişken… Denge! Bu çocuk suyun içinde öyle rahat hareket ediyor ki, “bu kız yaşına gelmeden yürüyecek” dedik. Ve evet, gerçekten öyle oldu. 12. ayına girmeden koşmaya başladı neredeyse. Şimdi evin içinde şimşek gibi geziyor, peşinden mama kaşığıyla ben koşuyorum.
Anne olmak, bir yandan püre karıştırırken diğer yandan “banyoda ne kadar su var, baba kız ne kadar ıslanmış?” diye düşünmekmiş meğer. Ama her kaşık savaşı, her ıslak banyo sonrası o bir gülüşü var ya… Hepsine değiyor.