Başkasının Gözünden Kendini Yaşamak: Toplum Baskısının Sessiz Yaraları
Bazen kendi hayatımızı yaşadığımızı sanıyoruz ama aslında sadece başkalarının bizden
beklediği hayatı sürdürüyoruz. Ne hissettiğimize değil, nasıl görünmemiz gerektiğine göre
yaşıyoruz. Gülümsememiz, çalışmamız, evlenmemiz, anne olmamız, güçlü kalmamız, sakin
olmamız, anlayışlı davranmamız… Sürekli bir “olmamız gereken” halin peşinde, “olduğumuz
halden” uzaklaşıyoruz.
Bu baskı çoğu zaman fısıltıyla başlar. “Kız kısmı şöyle oturmaz” ya da “erkek adam ağlamaz”
gibi cümlelerle çocukluğumuza sızar. Aile, okul, çevre derken hep bir biçime sokulmak
isteniriz. Ve bir süre sonra artık kimse bizi yargılamasa bile, içimizde bir yargıç yerleşir.
“Ayıp olur”, “yakışmaz”, “elalem ne der?” cümleleri içimize kazınır.Toplum, farklı olana
karşı özellikle acımasız olur.
Eşcinseller, trans bireyler, normların dışında kalan herkes çoğu zaman bu görünmez baskının
en keskin tarafına maruz kalır. Sevmeleri bile ayıp sayılır. Varlıkları bir “konu” haline
getirilir. Ve bazıları bu yükü kaldıramayıp, sessizce gitmeyi seçer. Çünkü dışlanmak, yok
sayılmak, sadece “olduğu gibi” olmak istediği için ötekileştirilmek, insan ruhunu derinden
yaralar.İntihar oranlarının bu kadar yüksek olmasının sebebi “zayıflık” değil, bu acımasızlık.
Erkekler de bu görünmeyen yükten azade değildir. Duygularını ifade etmeleri ayıplanır.
Ağlamaları yasaktır. Sürekli güçlü, başarılı ve dayanıklı olmaları beklenir. Bu uğurda
bedenlerini yorarlar, ruhlarını ihmal ederler. Çalışırlar, çabalarlar, yorulduklarını bile
söyleyemezler. Çünkü “adam gibi adam” olmak, ne hissettiğini bastırmakla eşdeğer tutulur.
Oysa en çok onların omuzlarında biriken bu sessiz yük, günün sonunda onları da içten içe
tüketir.
Kadınlar içinse bu baskı, neredeyse her hücreye sızar. Nasıl giyinmeleri gerektiğinden nasıl
doğurmaları gerektiğine kadar her şey toplumun yorumuna açıktır. Sezaryenle doğum yapan
kadınlar “eksik annelik”le suçlanır. Vajinal doğum yapanlar ise bedenleriyle ilgili yapılan
acımasız yorumlarla baş başa kalır. Kimse o doğumun ardındaki cesareti, acıyı, kararlılığı
konuşmaz. Onun yerine “keşke böyle yapsaydın”larla dolu cümleler kurulur. Kadın
bedeninin, toplumun onayına göre var olması gerektiği fikri, binlerce kadını kendi bedenine
yabancılaştırır. Hatta kimi zaman vücuduna zarar verecek kararlar almaya bile sürükler.
Toplum baskısı seni şekillendirmekle kalmaz, seni kendinden uzaklaştırır. Seçimlerin özgür
gibi görünse de, çoğu aslında sana öğretilen doğruların bir tekrarıdır. Zamanla neyi gerçekten
istediğini ayırt edemez hale gelirsin. Kimliğin dış onaya bağımlı olur. “Beğenilir miyim?”,
“yeterince iyi miyim?”, “bana uygun bulunur mu?” soruları, ruhuna sabitlenmiş bir yankıya
dönüşür.Ama en büyük özgürlük, bu görünmez zinciri fark etmekte saklı. Sana ait olmayan
beklentileri bırakmak, herkesin gözünden kendini izlemeyi bırakmak, en basit haliyle “ben ne
istiyorum?” diye sormak…İlk başta cevapsız gibi gelir bu soru. Korkutucu olabilir. Ama
içinde saklı bir yer, o cevabı çok iyi bilir.
Çünkü insan, ancak kendisi olabildiği yerde iyileşir. Kendine dürüst davrandığında,
başkalarının ne diyeceğini önemsemek yerine, kendi kalbinin ne dediğini dinlemeye başlarsın.
Ve işte o zaman, o çok aradığın aitlik hissi gelir. Çünkü asıl ev, başkasının değil, kendi içinde
kurduğun yerdir.