İspanya’da gezdiğim şehirleri anlattığım serimin ardından şimdi ise Portekiz’in gezdiğim tek şehri olan, belli konumlarının İstanbul’a benzerliğiyle beni oldukça şaşırtan geçmişin sömürge imparatorluğunun, günümüz Portekiz demokrasisinin başkenti Lizbon’dan bahsedeceğim. Önceki yazılarımı okuduysanız bilirsiniz ki yeni bir ülkeyi anlatmaya başladığımda her zaman ülkenin tarihini kısaca anlatmaya çalışırım. Şimdi de yapacağım gibi.
Tarihte pek çok işgal (Napoleon ve Arap İşgalleri), ayaklanma, darbe ve yıkıcı depremler görmüş Lizbon, adını kimi efsanelere göre Truva’dan ayrılan bu bölgeye gelip medeniyet kuran Odysseus’tan kimi söylentilere göre Arapça adı olan el-Uşbuna’dan alır. Adını nereden almış kesin olarak söyleyemeyiz ama emin olduğumuz bir şey var ki o da hem Portekiz Krallığı’nın hem de coğrafi keşiflerin merkezi olan Lizbon’un, krallığın ilk önce imparatorluğa daha sonra da demokrasiye geçişine liderlik ettiğidir.
Tıpkı İspanya örneğindeki Franco gibi Portekiz de geçtiğimiz yüzyılda bir diktatör tarafından yönetiliyordu. Salazar ile Franco gerek siyasi kimlikleri gerekse yönetim tarzları ile birbirlerine oldukça benzeyen İber Yarımadasının iki diktatörüydüler. Portekiz’e odaklanmamız gerekirse Salazar, Portekiz’in sömürge topraklarının büyük bir bölümünü kaybettiği 1933 yılında askeri bir darbeyle başa gelip 1968’de beyin kanaması geçirişine kadar başta kalmış ve büyük bir Nazi hayranı olmasına rağmen ülkesini savaşın dışında tutmayı başarmıştır. Salazar’ın yerine gelen Gaetano ise 1974 yılında ‘‘Karanfil Devrimi’’ adı verilen bir başka askeri darbeyle devrilmiş ve bunun sonucunda ordu, imparatorluktan demokrasiye giden yolu açmıştır.
Bu devrimin getirdiği demokratikleşme zaten eski günlerine göre oldukça zayıflamış olan imparatorluğun sömürgelere olan bakış açısını değiştirmiş ve Portekiz pek çok sömürgeye bağımsızlık tanımıştır. Son olarak 1999 yılında Makao’nun Çin’e devredilmesiyle beraber Portekiz resmen bir demokrasi olmuş ve bugünkü halini almıştır.
Nereyi Gezmeli
Cristo Rei – 25 Nisan Köprüsü: Lizbon dendiğinde akla ilk gelen konum olan Cristo Rei Lizbon’da kesinlikle görülmesi gereken yerlerden birisi. Lizbona gelmişken Cristo Rei heykelinin bulunduğu noktadan muhteşem köprü manzarasının tadını çıkarmadan olmaz.
Diğer maddeye geçmeden ufak bir bilgi vereyim: 25 Nisan Köprüsü 1966 yılında Salazar köprüsü adıyla kurulmuş fakat daha sonra adı Salazar’ın getirdiği diktatörlük düzenini yıkan askeri darbenin yapıldığı tarih (25 Nisan 1974) olacak şekilde değiştirilmiştir.
Jeronimos Manastırı: Portekiz’in kendine özgü Manuelin tarzın (Gotik ve Rönesans karışımı) değerli eserlerinden birisi arasında bulunan bu manastır inşa edildiği dönemde yapımı yıllık 70kg altına mal olmuş ve inşası boyunca finansı baharat ticareti ile karşılanmıştır.
Bir öğrenci olarak manastır hakkında şunu söyleyebilirim ki gittiğimizde içeride manastır hakkında bilgi alabileceğimiz herhangi bir yazıya rastlayamadık (açık birkaç oda vardı onlarda da manastıra dair pek bilgi yoktu) sadece yürüyüp mimariyi inceledik. Belki gittiğimiz dönem dolayısıyla kapatılmıştır çoğu yer, bilemiyorum, verdiğimiz 15-20 euro arasındaki ücretin hakkını yarım saatlik manastır turuyla alamadığımızı üzüntüyle belirteyim.
Belem Kulesi: Coğrafi keşifler döneminde denize açılacak denizcilerin başlangıç noktası olarak kullanılan daha sonraları ise deniz feneri, hapishane ve gümrük kontrol noktası olarak topluma hizmet eden kuleye, ne yazık ki, orada bulunduğum dönemdeki fırtınalı hava durumu yüzünden (kulenin denize sıfır konumu sebebiyle) içine girme fırsatı bulamadık. Yine de tarihsel açıdan önemi böylesine büyük bir yeri dışardan da olsa görebilmek büyük bir keyifti.
Keşifler Anıtı: Lizbon’un diğer önemli simgeleri olan Jerenimos Manastırı ve Belem kulesi ile aynı şekilde Belem bölgesinde bulunan bu anıt diğer eserlere göre oldukça genç. Portekiz’İn ilk denizcilik okulunu kuran Prens Enrique el Navegente’nin 500. Ölüm dönümü dolayısıyla 1960 yılında Salazar döneminde inşa edilen ve estetik görüntüsüyle izleyenlerini etkileyen bu anıtı görmenizi kesinlikle tavsiye ederim.
Praça do Comércio: Gün batımını sokak sanatçılarının müzikleriyle 25 Nisan Köprüsüne doğru bakarak ister kumsalda ister banklarda oturarak izleyebileceğiniz bu nokta eskiden 1755 yılındaki deprem felaketinde hem deprem hem de tsunami etkisiyle yıkılan Riberio Sarayı’nı da zamanında barındırmasından dolayı Terreiro do Paço olarak da bilinir.
Pink Street: İlk bakışta yalnızca yol kaplaması pembeye boyanmış bir sokak olduğunu düşünebileceğiniz Pink Street bünyesinde barındırdığı barları ve gece kulüpleriyle hem turistler hem de yerli halk tarafından yoğun olarak tercih edilen bir nokta.
Ne yenir?
Kısıtlı bütçemden dolayı bu bölgede ne yazık ki her türlü meşhur deniz ürününü tatma şansını bulamadım fakat meşhur tatlılarından Pastel de Nata’yı deneme şansı bulabildim. Milföy hamuruna sarılmış kremalı bir tatlı olan bu ürünü üzerine pudra şekeri ve tarçın ekleyerek kesinlikle denemenizi tavsiye ederim.
Hislerim – Tavsiyelerim
Portekiz’e giderken ‘‘4 mevsim orada hava çok güzel yahuu!’’ diyen influencer ve turistlere inandık fakat vardığımızda bizi karşılayan hava sanki Lizbon’a değil de Londra’ya ait gibiydi. Yine de yılmadık ve bir daha ne zaman geleceğiz, tam gaz devam mottosuyla gezebildiğimiz her yeri gezdik ve tabii ki sırılsıklam olduk. Değdi mi derseniz Portekiz gibi bir yeri göz önünde bulundurduğunuzda şunu söyleyebilirim ki ‘‘Kesinlikle!’’. Yine de dost tavsiyesi, ben size bahar veya yaz aylarında (yazın inanılmaz kalabalık oluyor belirteyim) gitmenizi önereyim.